19 Ağustos 2016 Cuma

3 Ağustos 2016/Ölüdeniz

Mis gibi bir hava, ufak tatlı esintiler ve umutla göz kırpan güneş!  Hayatın tüm renkleri bir arada sanki... Dağlar heybetli ve bir o kadar davetkâr! Kuşlar uzak duyarlardan selam getiren bir ulak, balıklar sadık dost. Ve ağaçlar... Sıcak bir gün ortasının gölgesi.

Dağların arkasında kimsenin bilmediği şifalı sözlerin saklı olduğu hissi ile gözlerim dalıp gidiyor. Böylesi bir anın bir saniyesini bile kaçırmak istemiyorum. Ölüdeniz, sen bir şahanesin!

14 Temmuz 2016 Perşembe

Nâzım Hikmet Kültür Merkezi
Okuma Grubu/2015-2016

Eylül gelmişti... Tatilin rahatlığı, hareketi yavaş yavaş yok oluyordu. Ben tekrar kütüphanemin karşısına oturup kitaplarımın içlerine yazdığım notları okumaya koyulmuştum. Bu sırada okuduklarımı paylaşmak, altı çizili cümlelerle ilgili tartışmak, bunların üzerine kafa yorarak düşünmek isteği kafamı meşgul ediyordu. Devamlı okuyordum ve bunu yaparken bir şeyleri tükettiğim düşüncesine kapılıyordum. Sanki kitapları küçük bir yere hapsetmiş; beraberinde kendimi de sıkıştırmıştım. Kitabı bitirdikten sonra kapağı kapayıp onu eski yerine yerleştirmek, 'tamamlanmamışlık' hâlinin farklı bir biçimiydi. Bir şeyler hep eksik kalıyordu. Sonrasında söylenecek birkaç cümleye ya da beni anlayacak bir çift göze ihtiyaç duyuyordum. İşte sosyal ağların güzelliği tam da bu noktada ortaya çıktı. Okuduğum bir e-posta beni ayağa kaldırdı, kitaplarımın yüzüne doğru temiz bir rüzgâr esti. N.Hikmet Kültür Merkezi, hep birlikte okumaya ve söyleşmeye davet ediyordu. Bir arkadaşıma da haber verdim ve birlikte düştük yollara:)






İlk toplantımız 10 Ekim 2015 tarihindeydi. Çok sevgili Şehnaz hocamızın (sonradan hep hayranlıkla söz ettik kendisinden) önderliğinde ilk önce yıl içerisinde okuyacağımız kitapları not ettik. Listemiz şu şekilde idi:

Gılgamış/Büyük Başlangıç
Kral Oidipus/Yazgı
Don Kişot/İlk roman
Macbeth/İktidar
İntibah/Romantizm
Madam Bovary/Realizm
Germinal/Sanayileşme
Dava/Modernizm
Yenişehir'de Bir Öğle Vakti/Kentlileşme
Anayurt Oteli
Oyunlarla Yaşayanlar

İki haftada bir cumartesi günleri buluşma kararı alındı. Herkes kendinden, yaşamından söz etti; orada bulunma sebeplerini anlattı. İlk kitabımız olan Gılgamış hakkında bilinenler, okumalar döküldü yavaş yavaş ortaya. Umutlu ve güzeldik hep birlikte... 

Biz o sevimli odada ufak tebessümlerle birbirimizi tanımaya; Gılgamış'tan, aşk ve bereket tanrıçasından bahsederek insanlık tarihini anlamaya çalıştık. 
Süregelen toplantılarda insandan, sanattan, düzenden, edebiyattan, kadından, yaşamdan konuştuk. Yeni hikâyeler dinledik. Kahvaltı sofralarında çay muhabbetleri yaptık. Bazen konuşacağımız kitabın örgüsünün dışına çıkıp kendimizi koyduk ortaya. Farkında olmadan içimizi döktük. Dert yandık, eleştirdik, pişmanlıklarımızla yüz yüze geldik. Olduğumuz ve olamadığımız hâlleri keşfettik. İnsan tavırlarını tanımaya ve anlamaya çalıştık. Yağmurun kokusunu, baharın tadını duyduk o güzel ağaçların altında. 
"Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / Ve bir orman gibi kardeşçesine" diye adeta haykırarak bakıyordu artık Nâzım Hikmet'in mavi gözleri...





O çatı altında yorgunluğumu, kırgınlıklarımı unutmamı sağlayan tebessümle karşılandığım her göze teşekkürler! Başta da Şehnaz hocama... Seneye görüşmek üzere:)





10 Şubat 2016 Çarşamba

 
Tarih:09.02.2016
Vakit:Akşamüstü
Yer: Fındıklı Sahili

Kağıt Helva Zamanı                                           


Kadın bakıyordu. Zamana, çocuklara ve dans eden kuşlara... Kuşlar ki var olan bütün çirkinliklere inat kanat çırpıyordu. Kadının tam önündeki bankta iki adam oturuyordu. İçlerinden yaşlı olanı yediği çekirdeğin kabuklarını yere atmakla meşguldü. Deniz suyu birikintisinin içinde yüzen kabuklar ne kadar da çirkin(!) duruyordu.
Başka zaman olsa kadın kendini tutamayıp adama iki çift laf ederdi. Ama bu sefer sesini çıkarmadı.

Mutluluklarını 'selfie'  ile taçlandırmak isteyen iki genç kadına takıldı gözü. Hemen ardından dalgaların kıyıya vuruşunu kendi diliyle anlamaya ve açıklamaya çalışan küçük bir çocuğa doğru daldı gitti.
"Keşke daha güzel bir dünyada büyüyebilseydi" diye geçirdi içinden. Acaba iki dakika önce oturduğu banktan kalkıp giden kır saçlı adam da aynı şeyi düşünmüş müydü?  Aslında kadın bunun uzak bir ihtimal olduğunu biliyordu; çünkü adam gemilere dalıp gitmişti. Belli ki eski zamanlarını ve kalan ömrünün umutlarını geçiriyordu zihninden. Çocuğu fark etmemişti bile...Kadın bunları yazarken koyu yeşil çoraplarıyla bir başkası yürüyüp gitti önünden. Siyah gözlükleri ve çantasıyla entellektüel bir havası vardı. Sol tarafındaki mavi yalnızlığa bakmadan yoluna devam etti.

Hava soğumaya başlamıştı. Kış güneşi kendine gülümseyen insanları bir anda bırakıverdi.
Kadın şapkasını takarken ellerini ovuşturarak koşturan bir seyyar satıcı tam orta noktaya ayaklı sepetini konumlandırdı. Ama huzursuz, sıkkın bir hâli vardı satıcının. Yerinden memnun olamadı, "taze kuruyemiş" diye bağıran sesi çatallaşmıştı. Aniden sepetini kavradı, geldiği yöne doğru uzaklaştı.

Kadın kendini bir film sahnesinin içindeymiş gibi hissetti. Çünkü hep filmlerde tanık olmuştu insanların (genellikle mutsuz olanların) denize bakan bir banka sığınmasına... Bu hissin sonrasında cevaplaması gereken bir soru vardı: "Mutsuz muyum?" Velev ki aklına bu sahneler gelmişti aklına düşen soruyu abest karşılayamazdı. Ama soruyu cevapsız bıraktı.

Dalgalar, kıyıya vurdu; etrafa taştı. Evet, kadının içindeki deniz de ufak ufak (belki de büyüğe yakın bir biçimde) dışarı taşıyor; kıyıda sıçramalara sebep oluyordu. Düşünceleri yavaş yavaş derinleşirken imdadına bir kağıt helva yetişti. O 'nefis kos' un çıtırtısı bütün düşünceleri bastırdı ve kadın, helvanın mutluluğuyla kâğıdı-kalemi bıraktı. Geriye bir tek şu ses kalmıştı: "Çıtırt, çıtırt, çıtırt..."

30 Kasım 2014 Pazar

SÖZCÜKLERLE BULUŞMA
2014 Tüyap Kitap Fuarı'nı geride bıraktık. Tarihsel açıdan bakıldığında epey gecikmiş bir yazı oldu...
Aralıklı zamanlarda üç kez ziyaret ettiğim fuar alanını her defasında ayaklarım ağrıyarak elimde kitaplardan bir dağ ile dolaştım durdum. Ama sanki bir tüy kadar hafiftim de havalarda uçuyordum. Öyle koşulsuz ve sereserpe bir mutluluk hâli! Yaşadığım heyecanın tarifi mümkün değil. Nefes almak nasıl bir şey, yaşamanın anlamı ne? İşte bütün soruların cevabı bu zaman diliminde saklı benim için. Belki de kaçış, sığındığım bir liman burası... Kendimi bulabildiğim, çarelerin bütünleştiği bir iyileştirme denizi...

Son zamanlarda günlükler ve mektuplar ilgimi çekiyor. Yazarların, şairlerin kendi dillerinden alıntılar öğrenmek çok heyecan verici. Bir nevi yaşamlarına tanık oluyorsun. Severek, tutkuyla okuduğunuz bir romanın ya da dilinize yer etmiş bir şiirin yazım serüvenini öğrenmek ayrıcalıklı bir durum bence. Aşkları, acıları, hüzünleri... Hepsinde bir ortak olma, sahiplenme hâli...

Ben bunları düşünürken Ercan Kesal, katıldığım söyleşisinde senaryo yazarlığı hakkında konuşurken günlük tutmanın önemini anlattı. O an hem öğrencilere bu konuda verdiğim ödev için kendimi kutladım hem de istikrarsız günlüklerime bir kez daha hayıflandım. Yazma eylemini geliştirdiğini bildiğim hâlde niye sürekliliğini sağlayamadığımın nedenlerini bulmaya çalıştım. Ama nafile... Belki tembellik ya da yaşananlarla yüzleşmekten kaçış, diyebiliriz.

Tezer Özlü'nün yazıya dair söyledikleri belleğimde saklı: "Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıyrılmayagörsün o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir."

Benim de gözümün önünde bir yığın sözcük!.. Birleşip gelmişler sessiz dünyama. Yazıya çağırıyorlar usulca... Hoş geldiniz! İçimde sararmaya yüz tutmuş çiçeklere can suyu verdiniz!

23 Temmuz 2014 Çarşamba


 GENÇ WERTHER'İN ACILARI





"...Şu anda onunla aynı duyguları paylaşanlara gelince; onun çektiği acılar sizi teselli etsin ve alın yazınızdan ya da kendi kabahatinizden ötürü daha yakın başka bir arkadaş bulamıyorsanız, bu kitap size arkadaş olsun." demiş ön sözde.




Evet, arkadaş oldu... Sanki benimle konuştu Werther. Ben Wilhelm oldum. Ama zaman zaman yer değiştirdim. Çünkü Werther o kadar güzel cümlelerle ifade ediyordu ki hissettiklerini ve yaşamı, onun yerinde olmak istedim.

"Kentin dışında kendime bir yer bulmak, gözden uzak bir yerde kendime ait bir kulübe inşa etmek ve orada daha yalın bir yaşam sürmek konusundaki sevdamı bilirsin. Burada da bana çok çekici gelen bir yer buldum."






Son zamanlarda sakin, sade günler geçirme isteğimin karşılığı gibiydi bu cümleler. Okurken kendi kendime gülümsedim. Çeşitli sebeplerle hayatımızı karmaşa hâline getiriyoruz. Yorgun ve kırgınız. Hâlbuki mutlu olmanın tek bir yolu yok ki! Anlamayı ve anlaşılmayı beklerken bitkin düşen mutsuzlukla yoğrulan ruhlarda ibaretiz. Durup düşünmeye, bir nefes almaya vakit ayırmadan yaşamaya çalışıyoruz. Werther'in cümleleri ile kendime geliyorum:

"Diyorum ki sana sevgili dostum, aklımın karmakarışık olduğu bir anda, varoluşun dar çerçevesinde mutlu bir kayıtsızlık içinde yaşamını devam ettiren, günü gününe başının çaresine bakan, yaprakların ağaçlardan döküldüğünü görünce kışın geldiğinden başka bir şey düşünmeyen bu türden bir varlıkla karşılaşmak tüm karmaşayı dindiriveriyor."

Aslında durum bu kadar basit: "Yaşamın tadını çıkartmak için üstünde durulabilecek küçücük bir toprak parçası yeterlidir, altında yatmak içinse daha az."

22 Şubat 2014 Cumartesi

Serenad


Serenad  2011 yılında Doğan Kitap’ın baskısını üstlendiği 481 sayfalık bir roman.
Romanda üzerine durulan önemli konular var:
II. Dünya Savaşı’ndaki Yahudi soykırımı, Ermeni ve Kürt sorunu, Struma ve Mavi Alay.
(İlk iki konu hakkında az ya da çok herkesin bilgi sahibi olduğunu düşünüyorum. Ama ‘Struma’ ve ‘Mavi Alay’, benim için bir bilinmezden öte değildi.)
Bütün bunların yanında hayatın olduğu gibi romanların da olmazsa olmazı ‘aşk’ çıkıyor karşımıza. Güneri Civaoğlu romandaki bu durumu şöyle yorumlamış: “60 yıldır süren bir aşk hikâyesi... Yahudi soykırımı, Kırımlı Müslümanlardan oluşan Hitlerin Mavi Alay’ı ve 72 Yahudi ile batan Struma gemisi... Tarihte demlenen aşkın romanı Serenad.” (http://www.milliyet.com.tr/tarihte-demlenen-askin-romani-serenad/guneri-civaoglu/siyaset/yazardetay/20.03.2011/1366481/default.htm)

Prof. Talât Halman, “Serenad yaşam musikisinin gür eseri. Bir sevgi çağrısıyla başlıyor, bir dokunaklı sonat gibi gelişiyor, bir çağın güçlü senfonisi olarak okurlarını büyülüyor.” demiş.

Serenad sizin için çalıyor…

Roman bir ‘son nokta’ ile başlıyor. Yani her şeyin yaşanıp bittiği, geriye sadece güzel bir melodinin kaldığı bir nokta ile… Frankfurt-Boston uçağında beyaz Porto şarabını yudumlarken tanıştığımız Maya Duran, İstanbul Üniversitesi Halkla İlişkiler bölümünde çalışan bir kadın. Eşinden ayrılmış, 14 yaşında Kerem adında bir oğlu var. Bilgisayarın klavyesi elinin bir uzvu hâline gelmiş oğluna annelik görevlerini yerine getirmeye çalışan Maya, kentli bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Özel hayatı ve annelik görevleri arasında sıkışıp kaldığına tanık olduğumuz anlar var.
(Ve tam bu noktada Zülfü Livaneli’nin anlatım gücü ortaya çıkıyor. Zira hikâye bir kadının, Maya’nın ağzından anlatılıyor. Birtakım klişelerin, ufak tefek mantık hatalarının yanında bu durumun takdire şayan olduğunu söyleyebilirim.)

2001 yılının Şubat ayında gündelik çalışma disiplininin içinde Alman asıllı Profesör Maximilian Wagner’i karşılama görevi, hem onun hem de profesörün hayatı adına karmaşık ve bir o kadar da dokunaklı anıların gün yüzüne çıkmasına sebep oluyor.

Başlarda bu karşılama, Maya’nın her zamanki görevlerinden biri olarak gözükse de Maximillian Wagner’i gördüğünde ağzından dökülen şu cümleleri farklılığın ilk sinyali olarak kabul edilebilir: “O anda karşımdaki adamın çok ama çok yakışıklı olduğunu fark ettim. Beyaz saçlı düzgün başı, küçük burnu ve kendisine çok yakışan derin çizgileriyle harika bir görünüşü vardı. İlk kez bir erkeğin karşımda şapka çıkardığını görmek daha da şaşırttı beni.” (Sayfa 19)
(Maya’nın Wagner’i ilk gördüğündeki hayranlık romanın ilerleyen bölümlerinde okurun da içine yayılıyor. Wagner’ın gerçekten var olduğuna inanma hissi, onunla sohbet etme isteği ile birleşti desem abartmış sayılmam.)

1930’lu yıllarda İstanbul’da olduğunu öğrendiğimiz Maximillian Wagner’in gelişini duyanlar takibe geçmesi ve 24 Şubat günü 2001 günü Şile’de yaşananlar  tam bir çıkmaza sürüklüyor Maya’yı. O tarihte İstanbul’un merkez yerlerinde bile hava sıcaklığı eksilere düşmüşken Şile’yi bir düşünün! Buz gibi bir havada elinde kemanıyla deniz kıyısındaki profesörü kendi vücuduyla ısıtarak donmaktan kurtaran Maya, şoför Süleyman’ın üniversiteye yaydığı dedikodular yüzünden işinden oluyor. ( Bu sırada profesör’ün “Sutuuuma” ve “Nadia” diye çıkardığı sesler çok şey anlatıyor aslında.)
Bütün bunların üstüne Maya, bilgisayar ve internet kurdu olan oğlundan yardım istiyor. Livaneli’nin Kerem’i bu özellikleri ile ön plana çıkarmasının sebebinin sosyal bir konuya parmak basmak olduğunu düşünüyorum. Ama bu durumun daha sonra önemli gelişmeler yarattığını da görüyoruz. Hayatlarına giren yeni kişiler ve olaylar, anne-oğlu birbirine bağlıyor. Yani her şey iyi ya da kötü bir şeye sebep oluyor bu romanda. Maya’nın ailesinden diğer kişileri de tanıyoruz bu vesile ile. Asker olan ağabeyi bunlardan en önemlisi. Zülfü Livaneli, birbiriyle yıllardır anlaşamayan iki zıt kardeş profili çıkarıyor karşımıza. Aralarında geçen diyaloglar aslında hem kuşak farkını hem de düşünce dünyalarındaki farklılıkları anlatıyor. Zira ağabeyi Maya’nın suya sabuna bulaşmadan yaşamasını istiyor. Çünkü bu işin ucunun mesleğine dokunacağından korkuyor. Ancak bunun mümkün olmadığı romanın ilerleyen kısımlarında çıkıyor karşımıza.

Maya, babaannesi son nefesindeyken kökenlerinin Ermeni olduğunu öğreniyor. Büyük ninelerinin ve dedelerinin Ermeni sürgününde hayatlarını kaybettiklerini, yetimhanede kalan babaannesinin “Mari”den “Semahat”e geçişini…  Kimlik değiştirmeler ve saklanmalarla dolu bir hayat…
Anneannesinin ailesi ise Kırım Türkleri’nden. Stalin eziyeti altında inleyen Kırım Türkleri, Ankara hükümetinin telkiniyle saf değiştirerek Hitler ordusuna katılmış ve kendilerine”Mavi Alay” ismi verilmiş. Anneannesinin ailesi de bu grubun içinde içindeymiş ve bir Türk askeri tarafından kurtarılmış. Bu asker de Maya’nın dedesi…

Livaneli, bu romanda birçok tarihsel gerçeği bir arada vermeye çalıştığı için olayları takip etmekte zorlanabiliyor insan. Bir yandan “Bir ailede bütün bunların olması nasıl bir tesadüftür” diye kafa yoruyor, gerçeğe yakınlığını sorguluyor; bir yandan da kendi ailesinin geçmişini araştırmak için durdurulmaz bir istek duyuyor. Şunu da belirtmek de fayda var ki Maya karakterinin bu olay örgüsü etrafında verilmesi zaman zaman karaktere olan inancın azalmasına neden oluyor. Zaman zaman Maya’nın ağzından dökülen cümleler bir yabancılaşmayı da beraberinde getiriyor. Romanın dili her ne kadar akıcı ve sürükleyici olsa da bu durum gözden kaçmıyor.

Tekrar Maximillian Wagner’in hikâyesine dönelim. Burada da karşımıza Nazi döneminde Almanya’dan sürgün edilip Türkiye’ye gelen profesörler çıkıyor. “Almanya’da Ocak 1933’de iktidarı ele geçiren Hitler, Nisan’da devlet memurları sisteminde yaptığı değişiklerle arî ırktan olmayan, nesebi karışık memurları görevden uzaklaştırır. Bu durum sonucunda 1933 ile 1945 yılları arasında birçok Yahudi kökenli Alman bilim adamı ve sanatçı vatandaşlıktan çıkarılıp pasaportlarına heimatlos (vatansız) yazılır. Böylelikle siyasi ve kültürel yaşamdan uzaklaştırılan Yahudiler ülkelerini terk edip göç etmek zorunda kalırlar (Müller, 1997: 326; Taşdemirci, 1992:10). Bu göçü daha da körükleyen 1935’teki Nürnberg Yasaları ve Kasım 1938’deki Kristallnacht olayları olur (Müller, 1997: 327). Yaklaşık yarım milyon insan ülkesini terk etmek zorunda kalır. Göçe zorlananlar arasında pek çok tanınmış insan, iş adamı, sanatçı, bilim adamı, siyasi faaliyet içinde olanlar gibi toplumun tüm katmanlarından insanlar vardır. Göç edilen ülkelerin başında İsviçre, Arjantin, ABD, Filistin ve Türkiye bulunmaktadır.”
egitim.erciyes.edu.tr/~arak/...ArakMakale2011/KarsilastirmaliEdebiyatin Türkiye’deki Öncüleri.

Maximillian Wagner Alman; aşık olduğu karısı Nadia ise bir Yahudi. Nadia’nın ismi Deborah olarak değiştirilmiş olsa da geçmişi bir kutu içine saklamak mümkün olmuyor. Nadia ve Wagner’in Nazi baskısından kaçmak için çıktıkları yolculuk birbirlerini son görüşleri oluyor. Çünkü Nadia o yolculukta tutuklanıyor. (Bütün bu bilgiler, Wagner’in anlatımıyla ve Maya’nın kalemiyle öğreniliyor. )

Wagner, İstanbul Üniversitesi’ndeki çalışmaları sırasında Nadia’yı kurtamaya çalışsa da mümkün olmuyor. “Struma” adlı bir geminin bilgisi geliyor Wagner’in kulağına. Romanya Köstence limanından kalkan yıkık dökük, eski geminin içinde 779 yolcu ve 10 mürettebat var. İnsanlar çok zor şartlarda yolculuk yapıyorlar.
Sarayburnu açıklarına gelindiğinde Türk hükümeti geminin boşaltılmasına izin vermiyor. Daha sonra Şile yakınlarına gelen gemideki 779 yolcudan sadece bir aile kurtuluyor. ,

“Struma yolcuları Türkiye ve İngiltere arasındaki siyasi pazarlıkların sürdüğü yaklaşık 2,5 ay boyunca karantina koşulları altında bu limanda bekletilir. İstanbul'da kaldığı süre içinde, bir kaç şanslı yolcu, çeşitli gerekçelerle bu talihsiz gemiden kurtulmayı başarır. 800'e yakın yolcu ve mürettebatla Köstence'den gelen gemi, siyasi pazarlıkların beklenen neticeyi vermemesi sonucu, 1942 yılının şubat ayında bu limandan koparılarak, geldiği yere, Karadeniz'e iade edilir. Ertesi gün, Istanbul Boğazı açıklarında infilak ederek batar.” http://www.sad.org.tr/arastirma-gruplari/bag/18-struma-projesi



Yolcular, Karadeniz’in derin sularında kaybolmaya mahkûm bırakılıyor. Bunlardan biri de Wagner’in çok sevgili eşi Nadia… Wagner’in onun için bestelediği serenadı bir kez daha dinleyemeden soğuk sulara karışıyor sevgi dolu bedeni.
“Yolcu ve mürettebatıyla Karadeniz'in karanlık sularında yitirilen bu gemi, bir insanlık ayıbı olarak tarihe geçer. Olay tüm dünyada tartışılır. Savaş sonrası, araştırmalara, Filistin'de ise protesto gösterilerine ve ayaklanmalara neden olur. http://www.sad.org.tr/arastirma-gruplari/bag/18-struma-projesi

Tahmin edileceği gibi, serenadı Nadia’ya dinletme görevi Maya’ya düşüyor. Bu hikâyeye sahip çıkacağının sinyallerini kitapta sık sık verdiği için sonu tahmin etmek zor olmuyor. Wagner’in bedeninin külleri ile serenadın nağmeleri aynı anda Şile deniziyle bütünleşiyor…



Romanı, ilk okuduğumda son yazdığım cümlenin ruhundaydım. Büyülenmiştim. Uzun zaman üstünde düşündüm, olayları araştırdım. Sonra kitabı tekrar incelemeye başladığımda yazımda belirttiğim eleştirileri beynimde sıraladım. Bunun sonradan ortaya çıkmasının sebebinin olayların etkileyiciliği olduğunu düşünüyorum. İlk defa duyduğunuz gerçekler sizi sarsmışken başka bir şey düşünmek mümkün olmuyor çünkü. 

22 Eylül 2013 Pazar

Kavşakta – Turgut Uyar
artık gelince biliyorum, önceleri korkardım şöyle ufak bir şey, sudan kaçmış ayışığı otuzbeşbin atlının dağdan gelen yankısı önceleri açılıp gider sanırdım her şeyi her şeyi aııp gider sanırdım, bir kez şiire konmuşsa menekşeler, bademler, büyük adamlar, kutsal olan ne varsa şimdi bir çekiç ve bir alan yetiyor çaresizliği anlamaya örneğin bir eczanede bir koku duyuyorum tamam.
oysa ben eczaneye bir ilaç için girmiştim sirozluyum, yada mitral darlığım var, ülserliyim belki de niyetim bin yıl direnmektir bu halde bile romaymış, bizansmış, cumhuriyetmiş, bilmem neymiş, bahane turuncu bir çiçek açarmış bir yerde akşamüzerleri eskiden büyük adamlar geçmiş topuz gibiymiş her biri (o koku) hangi budala söylüyor artık bu sözleri el ettim birisine, bir başkasına giymediğim şapkamı çıkarttım ne dağları tanıdım, ne denizleri ne ötekiyi ne berikiyi daha demin uyanmıştım, az önce, baktım vakit akşam.
hayrola yunus kazım, hayrola karlı dağlar hayrola karlı dağlar, hayrola yunus kazım geceniz bereketli olsun, gününüz sağlam ben geldim gittim işe yaramayan şeyler topladım kancalı iğne, balık oltası, tabanca, bomba filan dağ gölgesi, köşebaşı, odun ve duman bu arada başağı tanrı bildim, mührümle onayladım ağaçlara ve otlara çocuklar gibi baktım kurda kozaya öyle, kalem kağıda öyle derken bir ihanet gibi vurdu gözüme her şey anlatamam.
ilaç milaç bok püsür. şuramda bir şeyler var sahiden bir şeyler var haykırmadan anlatamam.


Kendi hâlinde, epey masum bir "Kavşakta" çözümlemesi


Zaman zaman biz de hissederiz; kendi ellerimizle çizdiğimiz bir yolun sonunu göremediğimizi. 'Başka türlü bir şey' isteyen insanların kaçamadığı bir histir aslında... Ve şairin de dediği gibi önceleri korksak da zamanla alışırız... Kalabalıkların içinde kırılgan, sıkılgan ruhumuza bir sığınak yapmak isteriz. Ama kimseden yardım almadan, başka bir güce ihtiyaç duymadan... Roma, Bizans ya da bi cumhuriyet, hiçbirine önem vermeyerek. Tüm iktidarı elimizde tutmaktır amacımız; turunculu morlu bir çiçeğin akşamüzeri -sırf kendi isteğiyle-bir yerlerde açtığını bilmek, özgürlüğün en yalın hâlidir bu kimseler için.

Hâl böyleyken bir de bakarız ki güneşin doğuşuyla batışı arasındaki vakit göz açıp kapama uzunluğundadır. Boş ve manasız...

Farklı olmak isterken işe yaramadığını düşündüğümüz şeyler biriktirdiğimizi anlarız. Aslında 'yalnızlık' ve en nihayetinde 'ihanet'tir karşımızda duran. "İhanet"... ( Bence bu şiirdeki anahtar kelime bu... ) Savunmasız, narin şeylere (ağaçlara, otlara, kurda, kozaya, kaleme, kağıda ) çocuklar gibi bakarken; kendi mührümüzü vurduğumuzu sanarken bir başağa; aslında yol bir çıkmaza girmiştir sessiz sedasız. Kendi çizdiğimiz yolda sıkışıp kalmışızdır. Ve işte tam bu anda içimizden kopup gidenler haykırmadan, bağırmadan anlatılmaz. Zira sığınmak istediğimiz bahanelerimiz de bizim gibi çaresizdir.

Niyetimiz her hâlimizle direnmekken bize diretilenlere bir çıkmaz (kavşak) dayızdır. Başka türlüsünü isterken çiçeğin, aşkın, huzurun hiçbir türlüsünü bulamamışızdır aslında...

"artık gelince biliyorum, önceleri korkardım" diyerek çıkabilir miyiz işin içinden, sahi olur mu acaba?