22 Şubat 2014 Cumartesi

Serenad


Serenad  2011 yılında Doğan Kitap’ın baskısını üstlendiği 481 sayfalık bir roman.
Romanda üzerine durulan önemli konular var:
II. Dünya Savaşı’ndaki Yahudi soykırımı, Ermeni ve Kürt sorunu, Struma ve Mavi Alay.
(İlk iki konu hakkında az ya da çok herkesin bilgi sahibi olduğunu düşünüyorum. Ama ‘Struma’ ve ‘Mavi Alay’, benim için bir bilinmezden öte değildi.)
Bütün bunların yanında hayatın olduğu gibi romanların da olmazsa olmazı ‘aşk’ çıkıyor karşımıza. Güneri Civaoğlu romandaki bu durumu şöyle yorumlamış: “60 yıldır süren bir aşk hikâyesi... Yahudi soykırımı, Kırımlı Müslümanlardan oluşan Hitlerin Mavi Alay’ı ve 72 Yahudi ile batan Struma gemisi... Tarihte demlenen aşkın romanı Serenad.” (http://www.milliyet.com.tr/tarihte-demlenen-askin-romani-serenad/guneri-civaoglu/siyaset/yazardetay/20.03.2011/1366481/default.htm)

Prof. Talât Halman, “Serenad yaşam musikisinin gür eseri. Bir sevgi çağrısıyla başlıyor, bir dokunaklı sonat gibi gelişiyor, bir çağın güçlü senfonisi olarak okurlarını büyülüyor.” demiş.

Serenad sizin için çalıyor…

Roman bir ‘son nokta’ ile başlıyor. Yani her şeyin yaşanıp bittiği, geriye sadece güzel bir melodinin kaldığı bir nokta ile… Frankfurt-Boston uçağında beyaz Porto şarabını yudumlarken tanıştığımız Maya Duran, İstanbul Üniversitesi Halkla İlişkiler bölümünde çalışan bir kadın. Eşinden ayrılmış, 14 yaşında Kerem adında bir oğlu var. Bilgisayarın klavyesi elinin bir uzvu hâline gelmiş oğluna annelik görevlerini yerine getirmeye çalışan Maya, kentli bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Özel hayatı ve annelik görevleri arasında sıkışıp kaldığına tanık olduğumuz anlar var.
(Ve tam bu noktada Zülfü Livaneli’nin anlatım gücü ortaya çıkıyor. Zira hikâye bir kadının, Maya’nın ağzından anlatılıyor. Birtakım klişelerin, ufak tefek mantık hatalarının yanında bu durumun takdire şayan olduğunu söyleyebilirim.)

2001 yılının Şubat ayında gündelik çalışma disiplininin içinde Alman asıllı Profesör Maximilian Wagner’i karşılama görevi, hem onun hem de profesörün hayatı adına karmaşık ve bir o kadar da dokunaklı anıların gün yüzüne çıkmasına sebep oluyor.

Başlarda bu karşılama, Maya’nın her zamanki görevlerinden biri olarak gözükse de Maximillian Wagner’i gördüğünde ağzından dökülen şu cümleleri farklılığın ilk sinyali olarak kabul edilebilir: “O anda karşımdaki adamın çok ama çok yakışıklı olduğunu fark ettim. Beyaz saçlı düzgün başı, küçük burnu ve kendisine çok yakışan derin çizgileriyle harika bir görünüşü vardı. İlk kez bir erkeğin karşımda şapka çıkardığını görmek daha da şaşırttı beni.” (Sayfa 19)
(Maya’nın Wagner’i ilk gördüğündeki hayranlık romanın ilerleyen bölümlerinde okurun da içine yayılıyor. Wagner’ın gerçekten var olduğuna inanma hissi, onunla sohbet etme isteği ile birleşti desem abartmış sayılmam.)

1930’lu yıllarda İstanbul’da olduğunu öğrendiğimiz Maximillian Wagner’in gelişini duyanlar takibe geçmesi ve 24 Şubat günü 2001 günü Şile’de yaşananlar  tam bir çıkmaza sürüklüyor Maya’yı. O tarihte İstanbul’un merkez yerlerinde bile hava sıcaklığı eksilere düşmüşken Şile’yi bir düşünün! Buz gibi bir havada elinde kemanıyla deniz kıyısındaki profesörü kendi vücuduyla ısıtarak donmaktan kurtaran Maya, şoför Süleyman’ın üniversiteye yaydığı dedikodular yüzünden işinden oluyor. ( Bu sırada profesör’ün “Sutuuuma” ve “Nadia” diye çıkardığı sesler çok şey anlatıyor aslında.)
Bütün bunların üstüne Maya, bilgisayar ve internet kurdu olan oğlundan yardım istiyor. Livaneli’nin Kerem’i bu özellikleri ile ön plana çıkarmasının sebebinin sosyal bir konuya parmak basmak olduğunu düşünüyorum. Ama bu durumun daha sonra önemli gelişmeler yarattığını da görüyoruz. Hayatlarına giren yeni kişiler ve olaylar, anne-oğlu birbirine bağlıyor. Yani her şey iyi ya da kötü bir şeye sebep oluyor bu romanda. Maya’nın ailesinden diğer kişileri de tanıyoruz bu vesile ile. Asker olan ağabeyi bunlardan en önemlisi. Zülfü Livaneli, birbiriyle yıllardır anlaşamayan iki zıt kardeş profili çıkarıyor karşımıza. Aralarında geçen diyaloglar aslında hem kuşak farkını hem de düşünce dünyalarındaki farklılıkları anlatıyor. Zira ağabeyi Maya’nın suya sabuna bulaşmadan yaşamasını istiyor. Çünkü bu işin ucunun mesleğine dokunacağından korkuyor. Ancak bunun mümkün olmadığı romanın ilerleyen kısımlarında çıkıyor karşımıza.

Maya, babaannesi son nefesindeyken kökenlerinin Ermeni olduğunu öğreniyor. Büyük ninelerinin ve dedelerinin Ermeni sürgününde hayatlarını kaybettiklerini, yetimhanede kalan babaannesinin “Mari”den “Semahat”e geçişini…  Kimlik değiştirmeler ve saklanmalarla dolu bir hayat…
Anneannesinin ailesi ise Kırım Türkleri’nden. Stalin eziyeti altında inleyen Kırım Türkleri, Ankara hükümetinin telkiniyle saf değiştirerek Hitler ordusuna katılmış ve kendilerine”Mavi Alay” ismi verilmiş. Anneannesinin ailesi de bu grubun içinde içindeymiş ve bir Türk askeri tarafından kurtarılmış. Bu asker de Maya’nın dedesi…

Livaneli, bu romanda birçok tarihsel gerçeği bir arada vermeye çalıştığı için olayları takip etmekte zorlanabiliyor insan. Bir yandan “Bir ailede bütün bunların olması nasıl bir tesadüftür” diye kafa yoruyor, gerçeğe yakınlığını sorguluyor; bir yandan da kendi ailesinin geçmişini araştırmak için durdurulmaz bir istek duyuyor. Şunu da belirtmek de fayda var ki Maya karakterinin bu olay örgüsü etrafında verilmesi zaman zaman karaktere olan inancın azalmasına neden oluyor. Zaman zaman Maya’nın ağzından dökülen cümleler bir yabancılaşmayı da beraberinde getiriyor. Romanın dili her ne kadar akıcı ve sürükleyici olsa da bu durum gözden kaçmıyor.

Tekrar Maximillian Wagner’in hikâyesine dönelim. Burada da karşımıza Nazi döneminde Almanya’dan sürgün edilip Türkiye’ye gelen profesörler çıkıyor. “Almanya’da Ocak 1933’de iktidarı ele geçiren Hitler, Nisan’da devlet memurları sisteminde yaptığı değişiklerle arî ırktan olmayan, nesebi karışık memurları görevden uzaklaştırır. Bu durum sonucunda 1933 ile 1945 yılları arasında birçok Yahudi kökenli Alman bilim adamı ve sanatçı vatandaşlıktan çıkarılıp pasaportlarına heimatlos (vatansız) yazılır. Böylelikle siyasi ve kültürel yaşamdan uzaklaştırılan Yahudiler ülkelerini terk edip göç etmek zorunda kalırlar (Müller, 1997: 326; Taşdemirci, 1992:10). Bu göçü daha da körükleyen 1935’teki Nürnberg Yasaları ve Kasım 1938’deki Kristallnacht olayları olur (Müller, 1997: 327). Yaklaşık yarım milyon insan ülkesini terk etmek zorunda kalır. Göçe zorlananlar arasında pek çok tanınmış insan, iş adamı, sanatçı, bilim adamı, siyasi faaliyet içinde olanlar gibi toplumun tüm katmanlarından insanlar vardır. Göç edilen ülkelerin başında İsviçre, Arjantin, ABD, Filistin ve Türkiye bulunmaktadır.”
egitim.erciyes.edu.tr/~arak/...ArakMakale2011/KarsilastirmaliEdebiyatin Türkiye’deki Öncüleri.

Maximillian Wagner Alman; aşık olduğu karısı Nadia ise bir Yahudi. Nadia’nın ismi Deborah olarak değiştirilmiş olsa da geçmişi bir kutu içine saklamak mümkün olmuyor. Nadia ve Wagner’in Nazi baskısından kaçmak için çıktıkları yolculuk birbirlerini son görüşleri oluyor. Çünkü Nadia o yolculukta tutuklanıyor. (Bütün bu bilgiler, Wagner’in anlatımıyla ve Maya’nın kalemiyle öğreniliyor. )

Wagner, İstanbul Üniversitesi’ndeki çalışmaları sırasında Nadia’yı kurtamaya çalışsa da mümkün olmuyor. “Struma” adlı bir geminin bilgisi geliyor Wagner’in kulağına. Romanya Köstence limanından kalkan yıkık dökük, eski geminin içinde 779 yolcu ve 10 mürettebat var. İnsanlar çok zor şartlarda yolculuk yapıyorlar.
Sarayburnu açıklarına gelindiğinde Türk hükümeti geminin boşaltılmasına izin vermiyor. Daha sonra Şile yakınlarına gelen gemideki 779 yolcudan sadece bir aile kurtuluyor. ,

“Struma yolcuları Türkiye ve İngiltere arasındaki siyasi pazarlıkların sürdüğü yaklaşık 2,5 ay boyunca karantina koşulları altında bu limanda bekletilir. İstanbul'da kaldığı süre içinde, bir kaç şanslı yolcu, çeşitli gerekçelerle bu talihsiz gemiden kurtulmayı başarır. 800'e yakın yolcu ve mürettebatla Köstence'den gelen gemi, siyasi pazarlıkların beklenen neticeyi vermemesi sonucu, 1942 yılının şubat ayında bu limandan koparılarak, geldiği yere, Karadeniz'e iade edilir. Ertesi gün, Istanbul Boğazı açıklarında infilak ederek batar.” http://www.sad.org.tr/arastirma-gruplari/bag/18-struma-projesi



Yolcular, Karadeniz’in derin sularında kaybolmaya mahkûm bırakılıyor. Bunlardan biri de Wagner’in çok sevgili eşi Nadia… Wagner’in onun için bestelediği serenadı bir kez daha dinleyemeden soğuk sulara karışıyor sevgi dolu bedeni.
“Yolcu ve mürettebatıyla Karadeniz'in karanlık sularında yitirilen bu gemi, bir insanlık ayıbı olarak tarihe geçer. Olay tüm dünyada tartışılır. Savaş sonrası, araştırmalara, Filistin'de ise protesto gösterilerine ve ayaklanmalara neden olur. http://www.sad.org.tr/arastirma-gruplari/bag/18-struma-projesi

Tahmin edileceği gibi, serenadı Nadia’ya dinletme görevi Maya’ya düşüyor. Bu hikâyeye sahip çıkacağının sinyallerini kitapta sık sık verdiği için sonu tahmin etmek zor olmuyor. Wagner’in bedeninin külleri ile serenadın nağmeleri aynı anda Şile deniziyle bütünleşiyor…



Romanı, ilk okuduğumda son yazdığım cümlenin ruhundaydım. Büyülenmiştim. Uzun zaman üstünde düşündüm, olayları araştırdım. Sonra kitabı tekrar incelemeye başladığımda yazımda belirttiğim eleştirileri beynimde sıraladım. Bunun sonradan ortaya çıkmasının sebebinin olayların etkileyiciliği olduğunu düşünüyorum. İlk defa duyduğunuz gerçekler sizi sarsmışken başka bir şey düşünmek mümkün olmuyor çünkü.